İnsanların doğal hallerini yaşayamaması onlara acı verir. Bireyin özellikle çocukluğundan itibaren bedeni, çevresi, dünya ile girdiği ilişkilerde kendisine yüklediği anlamlar negatif ise, korku, kaçma, utanç, suçluluk duygu ve hallerini besleyen algısal/bedensel/davranışsal repertuar geliştirir ve bunun sonucunda sorumluluğun olmadığı bir yaşam tarzının tercih edilmesi kaçınılmaz olur. Görünürde sorumluluk olsa bile yaşanılan çoğu zaman kişinin “kendisini” gerçekleştirebildiği sorumlu bir yaşam değildir.
Böyle durumları yaşayan kişiler başarılı olamamaktan, anlaşılamamaktan şikayet eder ya da başarısız olmalarına “neden” olan şeyleri dış dünyada kolaylıkla bulabilirler. Kabul edilmemekten, etrafındaki kişilerin, öğretmenlerin, iş arkadaşlarının, onları nasıl dışladığını ve dünyanın nasıl da acımasız olduğuna vurgu yaparlar.
Bunun paradoks hali ise şöyle cereyan gösterir: Kabul edildiklerinde, desteklendiklerinde, kendilerine şefkât gösterildiğinde nereden geldiklerini şaşırabilirler. Çünkü kabul edilmek ve şefkât görmek çok daha korkunç olabilir onlar için. Kabul edilen insanın kaçacak bir yeri kalmaz, kendisini “koruyacak” bir sığınağı olmaz. Artık mazereti de yoktur. Dünya karşısında kendisini çırılçıplak ve savunmasız hisseder. Neyi var neyi yoksa ortalığa dökülecektir ve o bunun karşısında çaresizdir.
Böyle bir durumda kişinin hatırlaması gereken şey, sahiplendiği inanış ve etiketlerin – örneğin, yeteneksiz olmak, yetersizlik, sevilmeyi hak etmeyen, değersiz biri olduğunu düşünmek gibi inanışların- kendisini korumak için ürettiği inanışlar olduğunu ve aynı zamanda şefkâtle kabul edildiği zamanlarda bedenin yaşadığı korku ve endişe hallerinin normal tepkiler olduğudur.
Aksini yapmak, yani şimdiki zamana esnek bir şekilde yaklaşamamak, şefkâte ve kabullenilmeye direnmek, gerekli profesyonel desteği almamak, bedenin yaşadığı doğal endişe ve korku hallerini kabul etmemek bu kişilerin çevreleri ile girdiği ilişkide devamlı bir didişme hali yaşamalarına, içinde bulundukları (daha çok bedenlerinde/beyinlerinde hissettikleri) sevgisiz – kabullenilmemiş kısır döngünün devamını besleyen davranışsal kalıpların içerisinde kapanıp kalmalarına neden olur. Bu kalıpsal kısır döngülerin hem kendilerine hem de etraflarındaki insanlara zarar vermesi kaçınılmazdır.
Karmakarışık duygusal ihtiyaçlarının farkında olmayan ve bunların davranışlarını nasıl etkilediğini göremeyen insan kendisi yani doğal duygusal ve varoluşsal hallerini reddine dayalı bir yaşam kurarken etrafındaki insanlara da öfke, hınç, alınma, içerlenme, kapanma hallerini yaşayan algısal, duygusal bir dünya ve ona uygun davranışsal bir düzeneğe göre yaşarlar. Kendi içerisinde bir mantığı olsa da sergiledikleri davranışlar etrafındakiler tarafından önceden kestirilmeyen, sağı solu belli olmayan davranışlar olarak tarif edilir.
İnsan toplumsal bir varlıktır ve gruplarla hareket eder. Yalnızlığında bile toplumsal değerler ve grupsal birlikteliklerin dinamikleri davranışlarına yön verir. Çarpık ve irrasyonel düşüncelerin ve duygusal/bedensel/algısal durumların etkisinde olan bireylerle yaşayan insanlar da onların dinamiklerinden dolaysıyla etkilenir ve çoğunlukla ne yapacaklarını bilmediklerinden çıkmazda hissederler.
Bu yüzden aslında değişim ne kadar öyle görünmezsede toplumsaldır, grupsaldır. Öyle olduğu içinde aile, grup ve toplumsal yaşayış içerisinde değerlerimize göre yaşayıp, nezaket, şefkâtten beslenen bir farkındalılık, bilgelikle duygusal, düşünsel dünyamızı beslememiz gerekir. Emek vermenin, farkında olup, yaşanılan zor duyguların kabul edilip bunu iyilikle değişimin parçası yapmanın çok ama çok zor olduğu yaşamda böyle bir beslenmenin devamlı olması gerekir.