Bazı insanlar vardır, sanki her şeyin merkezindeymiş gibi yaşarlar. Bir olay olduğunda kendilerinde bir sorumluluk arar, başkalarının duygularını ve tepkilerini kendi davranışlarıyla ilişkilendirirler. Kimileri bu durumu “fazla alınganlık” ya da “kontrolcülük” olarak yorumlayabilir. Oysa bu davranışların kökeninde çok daha derin bir psikolojik dinamik yatıyor olabilir: Görülme ihtiyacı ve güvenlik arayışı.

Görülmek Neden Bu Kadar Önemlidir?

İnsan, doğası gereği sosyal bir varlık. Yaşamının en başından itibaren, özellikle de çocuklukta, görülmeye, duyulmaya ve anlaşılmaya ihtiyaç duyar. Bir çocuğun bakışının karşılık bulması, duygularının fark edilmesi ve kabul görmesi, onun dünya ile kuracağı ilişkinin temelini oluşturur. Bu tür deneyimler, bireyin “Ben buradayım ve önemseniyorum” duygusunu geliştirmesini sağlar. İşte bu, güvenli bağlanmanın da temelidir.

Peki Ya Görülmediysek?

Eğer bir çocuk kendini duygusal olarak görülmemiş hissederse, yani duyguları fark edilmez, ihtiyaçları karşılanmaz ya da sürekli bir tehdit ya da güvensizlik ortamında büyürse, kendini korumak için farklı yollar geliştirir. Bu yollardan biri de, yaşamın merkezine kendini koymaktır.

Nasıl mı?

Eğer her şeyin nedeni ben isem, o zaman her şeyi kontrol edebilirim. Başkalarının davranışlarını, tepkilerini kendi üzerime alırsam, onların ne zaman nasıl tepki vereceğini öngörebilir, kendimi buna göre koruyabilirim. Bu bir tür “psikolojik savunma mekanizması”dır aslında. Her şeyin öznesi olmak, kontrolü elde tutma çabasıyla ilgilidir. Ve bu kontrol, kişinin iç dünyasında bir güvenlik duygusu yaratır.

Neden Yorucu?

Her şeyin merkezinde olmak, sürekli tetikte olmak demektir. Sürekli olarak “Ben ne yaptım da böyle oldu?”, “Acaba yanlış bir şey mi söyledim?”, “Beni sevmiyor mu?” gibi sorularla yaşamak ciddi bir duygusal yük getirir. İlişkiler zorlaşır, kişi kendi ihtiyaçlarını geri plana atar ve genellikle tükenmişlik hissiyle baş başa kalır.

Psikoterapi Bu Döngüyü Nasıl Ele Alır?

Psikoterapi, bu tür düşünce ve davranış kalıplarının kökenine inme şansı verir. Kişi, geçmişte görülmemiş olmanın bugünkü ilişkilerine nasıl yansıdığını fark etmeye başlar. “Her şeyin sebebi ben olmalıyım” düşüncesi yerine, daha sağlıklı ve esnek düşünce biçimleri geliştirilir. Görülme ve anlaşılma ihtiyacı terapötik ilişki içinde karşılandıkça, birey hem kendine hem de başkalarına karşı daha anlayışlı, şefkatli ve dengeli hale gelir.

Her şeyin merkezinde yaşamak çoğu zaman güçten değil, çocuklukta karşılanmamış duygusal ihtiyaçlardan doğar. Bu ihtiyacı fark etmek, anlamak ve dönüştürmek ise iyileşmenin en önemli adımlarındandır.

Empati mi, Şefkat mi? Merkezde Olma Dinamiğini Fark Etmek

Çoğu zaman insanlar, yaşamlarını her şeyin merkezinde kendilerini konumlandırdıkları bir yapı içinde sürdürdüklerinin farkında bile değildirler. Aksine, kendilerini son derece empatik, duyarlı ve başkalarını düşünen bireyler olarak tanımlarlar. Çevreleri de onları bu şekilde tanıyabilir: yardımsever, anlayışlı, düşünceli… Ancak bu dış görünüşün altında, çoğu zaman daha karmaşık bir içsel dinamik yatar.

Kişi, başkalarının duygularına göre hareket ederek, onların beklentilerini gözeterek, kendi yaşamına yön verir. Bu, ilk bakışta fedakârlık gibi görünse de, temelde “ben güvende olmalıyım” düşüncesinden beslenir. Yani kişi, başkalarının duygularını tahmin etmeye, onların tepkilerini kontrol etmeye çalışarak, aslında kendi duygusal güvenliğini sağlamaya çalışmaktadır.

Bu dinamikteki en dikkat çekici nokta ise şudur: Kişi farkında olmadan, yaşamının merkezine yine kendisini koymuştur. Çünkü her şey onun ne yapacağına, nasıl davranacağına, diğerlerini nasıl memnun edeceğine bağlıdır. Her tepki, her duygu ona bağlanır ve onun sorumluluğu haline gelir. İşte bu, fark edilmesi en zor ama en yorucu döngülerden biridir.

Empatiyi Yeniden Düşünmek

Toplumda empati genellikle yüceltilen bir özellik olarak görülür. Empatik olmak, iyi bir insan olmanın ön koşulu gibi sunulur. Ancak empati her zaman sağlıklı bir zemin oluşturmaz. Çünkü:
• Empati, tahmin etmeye dayanır. Başkasının ne hissettiğini asla tam olarak bilemeyiz. Bildiğimizi sandığımızda, aslında kendi yaşam deneyimlerimizden süzülen bir projeksiyon yapıyoruz.
• Empati, çoğu zaman kontrol etme isteğinden doğar. Eğer başkasının ne hissettiğini anlayabilirsem, tepkilerini öngörebilirim; bu da beni güvende hissettirir.
• Empati, çoğu zaman sınırları bulanıklaştırır. Kimin duygusu, kimin ihtiyacı, kimin sınırı karmaşıklaşır.

Bu yüzden empati tek başına yeterli ya da her zaman işlevsel değildir. Asıl ihtiyaç duyulan şey, objektif bir şefkat ve anlayıştır. Yani kendimizi ve diğer insanları yargılamadan, anlamaya çalışmak ve bu anlayışla hareket etmek.

Merkezde Olmak Yerine, Değerlere Yakın Yaşamak

Empatiyle değil, şefkatle yaklaşmak hem kendimize hem başkalarına karşı daha gerçek, daha derin bir ilişki kurmamızı sağlar. Bu ise ancak kendi değerlerimizle bağlantıya geçtiğimizde mümkündür.

Fakat bu kolay değildir. Çünkü birçok insan, kendisi olduğu haliyle kabul edilmeyeceğini düşünür. Gerçek benliğini göstermekten çekinir, savunmasız kalmaktan korkar. Bu nedenle en çok ihtiyaç duyulan şey, önce kendimize şefkat göstermeyi öğrenmektir.

Kendimize şefkat gösterebildiğimizde, yaşamın acılarından kaçmak yerine onlarla kalabilir; başkalarının tepkilerine göre değil, kendi değerlerimize göre bir yaşam kurabiliriz. İşte bu noktada, artık yaşamın merkezinde “kontrol” değil, “anlayış” ve “otantik varoluş” yer alır.

Yaşamda her şeyin öznesi olmak, ilk başta güvenli gibi görünse de uzun vadede yorucu ve yalnız bir yoldur. Gerçek güvenlik, her şeyin merkezinde olmaktan değil; kendimize ve başkalarına şefkatle, anlayışla yaklaşabildiğimiz bir yaşam biçiminden geçer.