Yaşar Kemal’in bu sözünden yola çıkarak özgüven ve insan olmak üzerine bir şeyler karaladım. Umarım okuyanlar yararlanacak şeyler bulur.
Özgüven, kendinden emin olmak, en çok yanlış anlaşılan kavramlardan diyebiliriz. Özgüveni genellikle pozitif olmak, korkusuz olmak, hatalarımızı hemen fark edip düzeltmek, kusursuzluk, başkaları ile kendimizi karşılaştırırken onlardan daha ‘iyi’ olmak, özel olmak halleri ile açıklıyoruz.
Böyle bir özgüven anlayışı, kavrayışı kişinin tekrar eden ve hiç durmayan bir öz araştırmasına, kendi kendini değerlendirme uğraşına iter. ‘Neden ben böyleyim? ‘Niye başkaları gibi olamıyorum?’ ‘Başkaları benim gibi değil’, ‘Neden bu hatayı bile bile yapıyoum?’ Kişi kendisini bu gibi sorularla süslü bitmeyen bir döngüde bulur.
Bu öz değerlendirme süreci ister istemez kişinin “iyi” olmasına vurgu yapar. Her konuda, durumda iyi hatta mükemmel olmanın altı çizilir. Şurası var ki içinde yaşadığımız sistemler böyle bir var olmayı buyuruyor. Yani yarış içinde, devamlı mükemmel olup, başkalarından daha iyi olarak var olmak.
Sistemin dayattığı iyilik hali en temelde tüketime dayanır. Kendimizi ve kendimizle birlikte tüketim sürecinde yer alacak sisteme uyan tüketiciler. İyilik, mükemmellik sisteme hizmet eden özgüvenli ya da o özgüvenliliğe gıpta ile bakan izleyenleri doğurur.
Özgüvenli çalışan, memur, terapist, şarkıcı, muhtar vb. sonuç olarak tüketim çarkının bir parçası olur. Böyle bir sürecin parçası kim olursa olsun, kendisini, varlığını tam olarak gerçekleştiremeyen kişi, ne kadar iyi yerlerde olsa da ‘eksik’ hisseder ve eksikliği yaşar.
Bu sebeplerden dolayı özgüven üzerine konuştuğumuzda, çalıştığımızda amacın özgüveni arttırma ile sınırlı kalması bize gerekli cevapları vermez, verse de varlığını ancak bir şeyleri başardığımızda bize hissettirir. Doğal olarak bu durum kalıcı olmaz, uzun erimde bizi eninde sonunda yalnız bırakır.
Öyleyse ne yapmalı? Amaç özgüven arttırmak değil, kişinin kendisini sadece kendisi olduğu için, bütün eksiklikleri, hataları, yanlışları, çirkinlikleri, sosyal ve iş yaşamındaki başarı, başarısızlıkları, yağı, nasırı, keli, kılı, sivilcesi ile kabullenmesi ve bu haliyle kabul edilip, sevildiğini görmesini sağlayacak bir bilgi, pratik diyalektiğini yaşaması ile olur.
Bu ‘gerçek’ anlamda nasıl olur? Sevmediğimiz, kötü görüp belki de nefret ettiğimiz taraflarımıza anlayış, şefkat göstererek. İnsanın şefkattan kaçması kendisi ile buluşmaktan korkmasından kaynaklanır. Çünkü kültür, kapitalist sistem yaralanabilir olmayı eziklikle, zayıflıkla eşlendirmiştir.
Bu yüzden insan duygusal süreçlerinden kaçar. Duygusal deneyimlerden kaçmak insanlıktan, doğadan, bizi var eden koşul ve süreçlerden kaçmaktır. İnsan olmak yaralı olma halini kabul etmek ve bunu paylaşmaktan, göstermekten kaçmama halidir. Bu kabullenme halinin ancak çıkarsız yaşanması insanı kendisiyle buluşturur.