Bir yere, birilerine ait olduğunu, bağları olduğunu hissetmek belki de insanın en temel ihtiyacı.
Görüldüğümüzü hissettiğimiz ve görülürken yaşadığımız anı önyargılar olmadan yaşadığımız yere ait hissederiz. İnsan kendisini ait hissettiği yerde özgür olabilir. Özgür olunan yer bilmediğimiz ve emin olmadığımız yerdir. Eğer aitlik hali yaşanıyorsa ancak orada, emin olmadığı yerde insan en cesur hallerini yaşayabilir. O yüzden cesur olmak aslında korkuların ve “zayıflıkların” kabul edilmesinden başka bir şey değildir.
Dışlanmış olmak, kabul edilmemek ise insanın en yalnız olduğu yerdir. Dışlanmış olan veya ait olmadığını hisseden insan saklanma gereği duyan, görülmekten korkan insandır. Orada hüküm süren endişe, korku, öfke ve şüphedir. Ait olmayan insan yerinde duramaz çünkü durduğu yer yalnızlığına terk edildiği yerdir. O yüzden hareket etmesi gerekir. Korkan insan oturduğu yerde de duramaz. Beden dururken zihni devamlı bir şeyler peşinde koşar durur.
Ait olmamak insan için utanç vericidir. Utanç ile yaşayan insan her yere suçluluk ile birlikte gider. Suçluluk onun gölgesidir. Gölgesi suçluluk olan insan da ait olmak ister ama onu aitliği yaklaşmak üzerine değil uzaklaşmak üzerinedir. Hissettiği aitlik oranında daha çok uzaklaşır.
Bedenini dışlanmışlıkla utançla yaşayan insan için aitlik acıları ile buluştuğu yerdir. Çünkü ait olunan yerden başka hiçbir yer insanı acıtmaz, üzmez.
“Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun bir tek gülü yaralar beni beni beni”
Dostun bir tek gülü acıların olduğu, ait olduğumuz yerdir.
Ait olmayan insan için gösteriş önemlidir. Nasıl görüldüğü, ne gösterdiği, ne başardığı, ne kadar bildiği her şeyin önüne geçer. Aitlik hissetmeyen insanın estetiği ya da başarısı o yüzden iğretidir. Simetrik olsa da iğretidir. Başarı, ait olmayan insanı mutlu etmez ya da yaşadığı mutluluk onu daha da yalnızlaştırır. Her bir estetik dokunuş ya da başarı, umudu da içinde barındırır o yüzden başarı, üretkenlik bağımlılığa dönüşür.
İnsan acılarını hep bir adım ileri gitmek ile aşabileceğini zanneder. O yüzden mutluluğu ve iyiliği ileriye adım atmak ile kazanma uğraşındadır. Halbuki ileriye adım atmak için geriye dönmek gerekir. Geriye adım attığımız yerde acılarımıza bakabilme şansını yakalarız. İçeriye döndüğümüz yerde, köklerimizdedir ait olduğumuz yer. Her ne kadar acıtsada oradadır.
Korkan, endişe ile şüphe ile yaşayan insan bazen zihni ile yaşadığı negatif halleri aşmak ister. Düşünerek çözmeye, problem aramaya ve problemlere en doğru şekillerde bakarak anlamaya. Fakat en doğruyu düşünse de, en güzeli yazıp çizse de aitlik hissetmeyebilir. Bunu en çok ona bedeni hatırlatır. Göğsünde hissettiği çarpıntı, omuzlarındaki gerginlik, gözlerindeki telaş, kafasındaki bulantı, durmadan salladığı bacakları ona hep bir şeylerin “eksik” olduğunu hatırlatır.
Ait olunan yer acılarla birlikte gelir. Şefkat, sevgi ve gülümseme o yüzden insanın ilk en yakınındaki ile yaşanmalıdır. O da bedeninden başka bir yer olmaz. Yaşadıklarımız sadece bilincinde olduğumuz beden biz ile başlamaz, annelerimizin, babalarımızın onların anne ve babalarının acı, tahribat ve sevinçlerini, yani tüm evreni bir bakıma içinde barındırır. O yüzden bedenimiz milyonluk bir fosilden başka bir şey değildir. Milyonlarca yılın acısını, tahribatını ve sevincini içinde barındırır. Bir arkeolog gibi çok küçük fırça darbeleri ile nazikçe, sakince ona yakınlaşmamız gerekir.
Bedenimiz o yüzden önemlidir, ona farkındalıkla yakınlaşmak o yüzden önemlidir. Farkına varmak aynı zamanda acıya yakınlaşmaktır. Farkına varmak mutluluk getirmez ama bizi ait hissettirir. Ait olduğumuz yer bize iyi gelen yerdir. Ait olduğumuz yerde acıyı anlarız ve kaçmamayı öğrenebiliriz. Yavaşladığımızda, durduğumuzda suçlamayı bırakır, kabullenmeyi öğrenir, sevgi ve şefkati yaşayabiliriz.