Şubat depreminde Adıyaman’da abisi ve yengesini kaybeden danışanı ilk gördüğümde bende bırakığı intiba mütevaziliği ve kibarlığıydı. İlk seansında, kaybettiği abisinin en çok anlaştığı, yengesinin de kendisini en yakın hissettiği kişi olduğunu söylerken gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamış ve bundan dolayı özür dilemişti. Çocukluğunun ilk yıllarından itibaren hep iyi, başkalarına yardım eden, düşünceli, hatta hiç küfür bile etmeyen, edemeyen biri olmuş, belki de bu yüzden kayıplarından dolayı hissettiği derin kederi, üzüntüyü içine hapsederek yaşıyordu. Sanki ağlamaya bile ve böylece başkalarını ‘rahatsız’ etmeye hakkı yoktu. Sonraki seanslarda bu iyi olma halinden ne kadar çok rahatsız olduğunu, etrafındaki insanların ona ne kadar iyi bir insan olduğunu söylemelerinden nefret ettiğini açıklamıştı. Çocukluk yıllarında ailesi ve çevresi ile girdiği ilişkilerden oluşan iyi olma etiketi vücuduna kene gibi yapışmış, duygularını, düşüncelerini dile getirmeye engel olan süresi bitmeyen bir cezaya dönüşmüştü.

Cici filmini Netflix’te görmüş ama izlememiştim. Dün oturup izlemeye karar verdim. İyi ki izledim. Bu yazıyı yazmama vesile oldu. Film eleştirisi yapmayacağım, daha çok düşündürdükleri hakkında yazmak istiyorum. İşlediği konu itibarı ile önemli ve genelde iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. İnandırıcılıktan uzaklaştığı yerler var ama işlediği konunun derinliği her şekilde filmi besliyor. Film 80’li yıllarda İç Anadoluda yaşayan bir ailenin hayatına odaklanıyor. Küçük yaşta öksüz kalan, uzun yılllar Almanya’da yaşadıktan sonra köyüne dönen, katı kuralları olan, geleneksel hayata bağlı bir Baba, istemeden evlendiğini tahmin etiğimiz, evlilik hayatını pekte benimsemediği görülen, hayalinde okuyup hemşire olmak istediğini anladığımız bir Anne ve üç çocukları. Anne çocuklarının hepsinin, özellikle de büyük kızı Saliha’nın okumasını ve hemşire olmasını istiyor. Kendi yapamadıklarını çocuklarının yapabilmesi hayali ile yaşıyor. Baba ise köyde kendisi gibi genç yaşta annesiz babasız kalan bir çobanı sahiplenirken büyük oğlunun duygularını nasıl etkilediğini onu nasıl ihmal ettiğinin ‘farkına bile varmıyor’. Sevilmeyen, görülmeyen büyük oğul, görülmemenin ve sevilmemenin acıları ile hayatla bağlar kuruyor. Büyük kız Saliha ise Annenin beklentisinin pek aksine onu şok edercesine köyde kalmak istiyor. Annenin, kızının bu tutumuna neden olan sebebi öğrendikten sonra ve kocasının büyük oğluna olan davranışlarına karşı yaptıkları tüm aileyi daha da derinden etkileyen sonuçlar doğuruyor.

Filmi izlerken ve sonrasında kültürümüzde kanımıza işlemiş Anneliğin kutsallığı betimlemesi ve bunun fonksiyonu üzerine düşünüp durdum. Bunu düşünürken aslında Annelik Kutsal mıdır? sorusuna cevap aramaktansa, Annelik Kutsaldır betimlemesinin fonksiyonu üzerine düşünmenin daha yararlı sonuçlar vereceğini fark ettim. Yazının başında anlattığım kişinin üzerine yapışan iyilik yaftası gibi anneliğin kutsallığı da Anneler, kadınlar üzerinde süresi bitmeyen bir ceza gibi hayatlarına yapışıyor. Kutsal Annelik kadınların insan, birey olarak görülmesinden çok annelik ‘mesleğini’ en iyi şekilde yerine getirmeleri gereken ‘şeyler’ olması gerektiğini buyuruyor. Birçok kadın için bu ilk başlarda ruhlarını okşayan ya da özlemlerini duydukları bir durum olurken, birçokları için altına giremeyecekleri bir ağırlık olarak görülüp, kaçındıkları ve böylece bir ömür suçlu hissettikleri eziyet haline bürünebiliyor.

Anneliğin kutsallığı kadınların duygusal, psikolojik ve kültürel hallerinin görülmemesine, önemsenmemesine neden olurken, kendilerini içinde buldukları beklentilerle, özellikle modern yaşamın ilişkileri bağlamında içinden çıkılmaz çatışmalara ve onların hem kendi bedenlerine hem de yaşamlarına yabancılaşmalarına neden olan sonuçlar doğurabiliyor.

Kutsal Annelik ya da Cennettin Annelerin ayaklarının altında olma vurguları evrimsel ve dinsel açıdan anlaşılır kaynaklara dayanıyor. Evrimsel olarak çocuk büyütmenin kutsallığı, insan yavrusunun ilk yıllarındaki bağımlılık seviyesi evrimin temel prensibi olan can’ı, soyu devam ettirme eylemi ile paralel. Dinsel yaptırımlar olarak ise Annenin kapanarak ve kapatılarak kutsanması ‘olması veya oluşturulması gereken nizam ve düzenlere’, kargaşılıkları önleme hallerine doğrudan hizmet eden durumları oluşturuyor. Böylece kadınlar kendilerinin seçmedikleri ya da seçemeyecekleri sistemler içerisinde ‘kolaylıkla’ kontrol edilebilen ve işlevlerini yerine getiren şeylere dönüşüyor. Buradan baktığımızda İslamiyetin hakim olduğu ülkeler içerisinde bunu ‘gönüllü’ olarak yapan kadınların fazlalığı da anlaşılabilir bir durum.

Tarımın, feodal sistemin, dini hakimiyetin yürürlükte olduğu zaman ve yerlerde bu olgular rahatlıkla işleyebilir ama modern zamanlarda, kapitalist gelişim ile gelişen demokrasi kavgası – özellikle kadınlar ve bir cümle baskı altında olanları haklarının, insanlıklarından uzaklaştırılıp şahsiyetsizleştirme olgularının ‘istenmeden de olsa’ fark etmelerini koşulluyor. Fakat bu durum önceki zamanlarda, çok değil daha Cici filmini geçtiği 80’li yıllarda tabu olarak görülen ve duyulduğunda şoka uğratan ayrılma, boşanmaların günümüzde belki de bir norm haline gelmesini de getiriyor. Kutsal Anneliğin ve insan/birey olma farkındalılığının getirdiği çelişkili çetrefilli haller ‘bilgelikle’ ve şefkatle değerlendilmek yerine duyguların yanlış etiketlerle yaftalandığı yanılsamalı kavramlara dönüşerek kadınları, erkekleri hayatlarını daha iyi hallere getirebilecek objektif değerlerden uzaklaştırıyor. Örneğin bazıları için iyi bir anne olma yazgısının getirdiği ağırlıklar belki de anne olmaktan kaçmaya ya da çocukları sevememe doğal halinin suçluluğa, ‘başarılı’ bir kadın olma hayalinin çocukların en çok ilgi, sevgi gösterilmesi ve ‘öncelik’ olmaları gereken zamanlarda onlardan uzaklaşmaya, depresyona, bir ömür eve kapanmaya ya da sevgisiz bir ilişkiye boyun eğmeye, cinsellikle ve bedenleri ile çocukluk yaşlarından itibaren girilen yanlış kavramsal algılar ve çoğunlukla tacizsel deneyimlerin bedenlerine yabancılaşmayı, hatta bedenleriyle devamlı bir kavga hali içinde olmalarını getirebiliyor. Cici filminde de bu örnekleri görebiliyoruz ve The Lost Daughter filmi de benzer konuları farklı açılardan işliyor.

Kişiliğin Etiketlenmesi: Cici Çocuk

Filmin sonunda artık hafızasını çoğunlukla kaybetmiş annenin aynada kendi yansımasına bakıp Cici diyerek kendisini sevmesi belki de çocukluğundan beri üzerinde taşıdığı Cici olma etiketinin ispatı. Çocukluğumuzun ilk yıllarından itibaren etiketlerle tanımlanıp bu etiketlere bağlı davranışlar gösterme konusunda ebeveynlerimiz tarafından cesaretlendiriliyoruz. Bu görünüşte pozitif bir etiket olabiliyor ya da kültürel, psikolojik olarak istenen davranışları yerine getirilmesi için baskı unsurları olarak kullanılabiliyor. ‘Benim kızım çok akıllıdır Amcası’, ‘yemene dikkat et, bak neredeyse öküz gibi oldun’ ya da ‘ben sana güveniyoum, sen yanlış bir şey yapmazsın’ gibi masum görünebilecek cümleler kişilerin kendilerini tanımlayan etiketlere göre davranma ve onları devam ettirip bu etiketleri koruma davranışlarına itiyor. Çok basit bir davranış hali, örneğin korumacı olmak kısa bir zaman diliminde gösterilmiş ‘küçük’ bir davranış haliyken genelleştirilmiş ve de globelleşmiş davranış kalıplarına dönüşebiliyor. Hem kişi bu davranışsal repertuarı besliyor hem de etrafındakiler bu repertuara göre beklentiler içerisine girebiliyor. Evde, mahallede küçük bir olaydan doğan tepki ile etiketlenen korumacı hal okulda, iş yerindeö genel arkadaşlıklarda, evlilikte devamlı uygulanması gereken bir kalıba dönüşüyor.

Cici filminde de Baba, büyük oğlu Kadir’i Yaramaz etiketi ile tanımlarken, küçük oğlu Yusuf’u Uslu etiketi ile tanımlıyor. Yusuf anne ile soğuk – babayı seven ve onunla daha korumacı bir ilişki kurarken, Kadir mutsuz, babadan kaçan ve ona öfke duyan, anneye daha yakın bir ilişki kuruyor. Bu etiketlenme halinin etkilerini onlar büyüdükten sonra onlara ne gibi durumlar yaşattıklarını görüyoruz. Meslek seçimlerinden, evliliklerine, duyguları ile girdikleri ilişkilere her yerde bunun sonuçlarını gözlemleyebiliyoruz.

Sosyolojinin, kültürün, evrimin, dinin, duyguların, psikolojinin, bedensel hallerin bu karmaşık dansı içerisinde kişilerin yollarını bulması çok zor ve içinden çıkılmaz hatalar yapmak her zaman olası. Bu durumları fark etmek için durmayı becerebilmek ve oradan dikkatimizi, odağımızı kendimize görebilme yetisini kazandıracak deneyimlere vermek gerekiyor. Sosyal medyanın dikkatimizi çaldığı ve neredeyse beş dakika durup dinlenmeye, değerlendirmeye fırsat bulamadığımız şimdiki zamanda bunları yapmak gittikçe zorlaşıyor ama imkansız değil.